6 Ocak 2017 Cuma

Prologue


Bildiğimiz, alıştığımız, o nefret ettiğimiz dünya her gün değişiyordu. Coğrafi şekiller, haritalar, krallıklar, toplumlar sürekli bir değişim içindeydi. Değişmeyen tek bir şey vardı; o da bu lanetli boyutun bitip tükenmez bir acı içinde çırpınıyor oluşuydu. Derler ki; bu dünya, tanrıları yaratan kadim tanrılar tarafından lanetlenmiş. Daha en başından adı küfür olarak konmuş. O yüzden ne içinde yaşayanlar ne de onları göklerden izleyen ve yol gösteren tanrılar asla huzur bulmazmış.  Eskinin kadim tarihçilerinden Bilge Horuseus Genesis için "O, uçurum kenarında, boynuna ilmek geçirilmiş,  boğulmamak için tek ayağının parmak ucunda durmak zorunda olan yitik bir adam gibidir" der. Ne ölür ne de tam anlamıyla yaşayabilir. 

Durum ne olursa olsun hayatta kalmak esastır. İnsanlar her duruma adapte olabilirler. Kısa ömürlü olduklarından içlerindeki yaşam enerjisi tüm ırklarınkinden fazladır ve o hayatı dolu dolu yaşamak isterler. O yüzden en köklü ve düzenli krallıklar insanoğlu tarafından kurulmuştur. Açgözlü ve hırslı oldukları için diyara en çok kederi de insanlar getirmiştir. Elfler ise kurnazlıkları ve yetenekleri sayesinde dünyadaki tehlikenin kıyısında dururlar. Elf için yaşam kutsaldır ve bir kılıcın ucunda aptalca yitirilmemelidir. Onlara dokunmayan yılan bin yıl yaşamalıdır. Sonsuz elf ömrünün yanında binin değeri sıfırdır. Kibirli cüceleri de kaba saba elfler olarak nitelendirebiliriz. İçlerini oydukları dağlarda dünyadaki hiçbir olaya kulak asmadan yaşarlar. Bazı cüceler gün ışığını görmemiş olmakla övünürler. Mücevherlerin ışığı gözlerini kör etmiştir. Diğer medeni ırklar da bu değişim ortamında yollarını bulurlar fakat daha önce anlatıldığı gibi, -görünürde- dünyaya en büyük zararı insanoğlu vermiştir. 

Gökten sağnak yağmur misali ateş yağdığı kaotik dönemi bilen kişi sayısı pek azdır. Cehennemden gelen türlü iblis ve şeytanlar Genesis'i fethetmek için final hamleyi yaptıklarında onlara göğsünü siper eden; kadim bir büyücü tarafından seferber edilmiş bir grup kahramanın hikayesidir bu. Aklınıza parlak zırhları içinde iyilik timsali soylu şövalyeler gelmesin. Onlar iyi ile kötü arasındaki uçurumdaki gri tonların da olabileceğini kavramış, sıradışı ve oldukça tuhaf bir gruptu.



Afet

Bu kahramanlardan birisi hayatının tamamını güç ve kişisel mükemmeliyete adamış draconic bir büyücüydü. Kötüye karşı savaşmak amacı değildi ama yoluna çıkan her engel kötülerden oluştuğu için ister istemez gücünü kötülüğü bastırmak için kullanıyordu ve zamanla bu işi sevdi. Gücü, serveti ve eşsiz yeteneği ve hatta görünüşü ile tanrıları bile kıskandıracak bir büyücüydü Archimonde. O gökten ateş yağan dönemde yol arkadaşları ile beraber birçok kahramanlık gösterdi. Ne yaparlarsa yapsınlar kötülük tam olarak bitmiyordu -hatta artarak devam ediyordu-. Herşey çıkmaza girip grupta herkes kendi kaderine yönelince Archimonde da sürekli onu çağıran yazgısına doğru yürüdü. Yazgı onu karanlık dağlara çekiyordu. Aslında buna tam olarak yazgı denemezdi çünkü Dağların hakimi Arch-lich onu çağırmak için türlü türlü büyüler yapıyordu ve sonunda o da geldi. Archimonde'a babası olduğunu ve onu da saflarına katmak istediğini söyledi. Archimonde bunu asla kabul etmezdi. Fakat lich yalancılıkta üstattı. Onu aslında kutsal bir amaç için kendini feda ettiğine inandırdı. O zaman Archimonde da ona katılmayı kabul etti fakat bir şartla: Genesis'i eski haline döndürecekti. Bu, lichin yalnızca bir defaya mahsus yapabileceği boyunu aşan bir hünerdi. Oğlunun ona katılması ve birlikte erişecekleri gücün karşısında ödenebilecek bir bedel olduğuna karar verdi.





Zaman geri alındı, o Afet ve devamındaki acı verici olaylar hiç yaşanmamış gibi oldu. O yüzden insanları onları kimin neyden kurtardığını bilmeden günlük hayatlarına devam ettiler. Genesis'in geniş meydanlarına anıtı dikilmedi; ozanlar adına şarkı söylemedi. O ise şimdi herşeyini kaybetmişti. 

Ya uçmalıydı ejderha ya da tutsak olmalıydı. Tam yirmi yıldır babasının iradesi altında tutsaktı Archimonde. Zor zamanlarda onu neşelendiren pixie de yoktu artık. Archimonde'un vücudundan tüm yaşamın emildiği o dehşet verici büyü yapılırken öyle korktu ki, minik kalbi o korkuya dayanamadı. Sadık hizmetkar kuzgun Sin ise mağara kapısından çıkıp çok uzaklara uçmuştu. Archimonde onunla telepatik irtibat kurmayı denedi ama yanıt alamadı. 

Eski güzel günler, eski dostlar neredeydi? Yıllar önce gelecekte yalnız olacağını tahmin ediyordu. Yürüdüğü yol tek kişilikti. Fazlalığa yer yoktu. Bu fikirden gizlice haz alıyor ve kendini diğerlerinden üstün görüyordu. Fakat hayal ettiği yalnızlık bu şekilde değildi. Ancak kuşlar ve canavarlar yalnız yaşayabilirdi. Kuş olmadığından emindi Archimonde. Soğuk kayaların, sarkıt ve dikitlerin arasından süzülerek geçerek mağaranın zeminindeki su birikintisinden yansımasına baktı. Eklemleri belli belirsiz birbirini tutan, eski kumaşlar icinde süzülen bir iskeletti artik. Etsiz suratinda kemikten ellerini gezdirdi. En çok da giden güzelliğine üzülüyordu. Gümüş teni ve kertenkele gözleri ile grotesk bir heykel gibiydi. Üzerinde odaklanan meraklı ve hayran bakışları umursamaz gibi gözükür ama içten içe bundan keyif alırdı. Yansımadaki iskelet surata baktı. Vücudu gözyaşı üretebilseydi ağlardı... Keşke kendini feda etmese miydi?


***


Taç, taht, süslü kıyafetler ve kapalı salonlardan hiçbir zaman hoşlanmamıştı. Onun altında mutlu olduğu tek tavan gökkubbe idi. Saatlerce yıldızları izlerdi. Bakarken hayal kurmuyordu, sadece bakıyordu. Sanki bin yıl boyunca bile baksa bir şey bulacakmış gibi meraklı ve aynı zamanda mahzun… O anda sırtındaki kıpırtıyla kendine geldi. Kartalı Core et istediğini belirten karakteristik hareketini yapıyordu. Caris gülümsedi, çantasından bir parça et çıkarıp kartalına eliyle yedirdi. Onu izlerken gözlerinin içi gülüyordu. Yıllarca birlikte yolculuk yapmışlar, sırt sırta savaşmışlardı. Bir keresinde bir gemi savaşında üzerinde zırhla yaralı bir şekilde suya düştüğünde Caris’i sudan çekip almıştı. Caris hayvanın çatırdayan kemiklerinin sesini duyabiliyordu. Bu can borcu veya vefa borcu değildi. Bunun adı dostluktu.

Caris afet sırasında iblislere karşı amansız mücadele veren bir diğer kahramandı. Geçmişi karanlıktır. Orcların yaptığı topyekün saldırıda katledilen Elf Kralı’nın oğludur. Nasıl hayatta kaldığı ve ilk gençliği bilinmiyor. Yetişkin olduktan sonra baba mirası alametleriyle birlikte elf topraklarına girerek kendisine ait olanı -kanlı bir şekilde- almıştır.

Daha sonra maceraları sırasında tanışıp sevdiği Mary Ann’le evlendi ve ondan yarı-elf bir çocuğu oldu. Annenin isteği üzerine adı George koyuldu (Mary Ann'in babasının adı. Caris bu ismi hiçbir zaman istememiş ve beğenmemiştir. Ona Alacakaranlığın Oğlu anlamında Dûrion olarak seslendi). Mary Ann’deki o insanlara özgü kabına sığmazlık ve hareket Caris’i büyülemişti. Fakat zamanla işler değişti. Nankör insanoğlu çabuk sıkılırdı.


Mary Ann

Mary Ann’in ilgisi güç, gösteriş ve hükmetme isteğine yöneldi. Caris bunları anlayamıyordu. Zamanla yabancılaştılar. Sevgisini oğluna kaydırdı. George karakter olarak elf atalarına benzese de görüntüde tam bir insandı. Annesi onu kontrolü altına almakta zorlanmadı. Caris ayak uyduramadı ve içine kapandı. Yalnızlığı ve ormanda vakit geçirmeyi saray hayatına yeğledi. Halkının karşısına bile çıkmaz olmuştu. Kral olarak dönmüştü ama kral olarak doğmamıştı. Onun ruhunda özgürlük ateşleri yanıyordu. Kral olmak sıkıcıydı: teamüller, resmiyet, saray adabı vs. ruhunu sıkıyordu. Resmi olmasa da yönetimi büyük ölçüde Mary Ann’e (ve oğluna) bıraktı. Halk hem bu durumdan hem de bir insanoğlu tarafından yönetilmekten şikayetçiydi. Zaman zaman ufak çaplı isyanlar çıkıyor ve zorbalıkla bastırılıyordu. Caris’in hayalindeki “istediğini yap krallığı” bu değildi. Ilımlı mizacıyla orta yolu bulmaya çalıştı ve yavaş yavaş eli eteği çekti. Ormanın farklı bölgelerinde yaptığı barınaklarda kalıyor, kartalı ve büyülü orman yaratıklarıyla takılıyor, Sylvan dili konuşarak dilini canlı tutmak hoşuna gidiyordu. Böylece, dış dünyadan bihaber bir şekilde yıllarca gamsız bir hayat sürdü.

Sınırsız ömrünün yanında 10-15 yılın lafı bile olmazdı  ama herkes elf değildi. Ne var ki, ölüm önce Core’u buldu. Caris deliye dönmüştü! Onu diriltmek için her çareyi denedi; tüm tapınaklara büyücülere gitti ama yaşlılıktan ölüme çözüm için bilinen büyüler yetersizdi. Caris Core’un ölümünü kabullendikten sonra büyük bir sessizliğe gömüldü. Ona sarayın avlusunda bir kral cenazesi düzenledi. Kanadından iki tüy alıp saçına taktı. 

10 yıldır kimseyle tek kelime konuşmamıştı. Kraliçenin yüksek perdeden bağırtılarına acıyan bakışlarla cevap veriyordu. Oğlunun gözünde ise işe yaramaz pasif bir adamdı. Bir gün buna artık dayanamayacağını düşünen Caris hayatında ilk kez intiharı düşündü. Sonra bu kadar çaresiz olduğu için kendinden utandı. Bir elf intiharı düşündüyse sorun büyük demekti. Tüylü ve gösterişli zırhlarına hiç dokunmadan basit kıyafetler ve sıradan bir yay alarak krallığı terk etti. Ormandaki korucuları atlatmak zor olmamıştı. Ne de olsa en iyi korucu kendisiydi. Sessizce yanlarından geçerken ordunun hareket ettiği ile ilgili bilgi bile almıştı. Umursamadı. Bulabileceği en yüksek bir ağacın tepesine çıkarak manzaraya baktı. Esen sert rüzgarla birlikte saçları yüzünü kırbaçlarken  yeniden doğduğunu hissetti Caris. Core’un tüyleri kuzeye doğru dalgalanıyordu. Kuzeye, Üzerinde kara bulutlar olan Karanlık Dağlar’a baktı ve yıllar sonra ilk kez gülümsedi.





***


Arch-lichin bölgeye yaşattığı terörün boyutları yıkıcıydı. Çağırdığı namevt ordular ve kötü ruhlar tüm yaşamı yok etmek için pisliğini saçtığı alanı git gide genişletiyordu. İyi olarak addedilen tapınakların orduları sefer için toplanmıştı. Lich'in dağların zirvesinden yaptığı korkunç büyüler tapınakçı orduları hallac pamuğu gibi püskürttü ve sonunda onlardaki yaşamı yukarak daha da güçlendi. Bunları yaparken oğlunu da yanında görmek istiyordu fakat Archimonde bir Arch-Lich'i bile hayal kırıklığına uğratacak derecede güçsüzdü. O, büyüsünü özgüveninden alırdı. Bu haliyle bir çuval kemikten ibaretti. Bir yolunu bulup buradan kaçıp gitmeliydi fakat lichin iradesinin sınırları tanrılara kafa tutacak seviyelere gelmişti. Bundan kaçış mümkün değildi.

Genesis'in özgür halkları liche karşı son -umutsuz bir sefer düzenlediğinde dünyadaki kötülüğe kayıtsız kalan krallıklardan bile yardım geldi. dağın zirvesine çıkan lich sabah kahvaltısına iştahla baktı. Açlık ve delilik içinde büyülerini ardı sıra yapmaya başladı. Meşum sesinden çıkan büyünün korkunç kelimeleri dağlarda yankılanıyordu. Çeliğin demiri yırtması gibi bir sesti bu. Onu duyan kulakların sahiplerini deliliğin en derin çukurlarına atmaya yetiyordu. Kısa süre içinde ordu bozguna uğradı. Askerler her tarafa kaçışıyordu. Panik halinde ne yaptığını bilmeden dağlara doğru kaçanlar bile vardı.

Kaçan orduyu kılıçtan geçiren 2. bir ordu meydana giriş yapmıştı. Bu, buralara yerleşen karanlık bir efendinin çapulcu ordusuydu. İttifak güçleri ne zaman toplansa boş kalan şehirleri basar, yağmalar, kadını kızı ağlatırdı. İşte tekrar arkadan vuruyordu. Lichin yarım bıraktığını tamamladı. Tek bir kişi sağ kalmayacak şekilde herkesi öldürüp yağmaladılar. Lich onlara dokunmadı. Aralarında yazısız sözsüz bir ittifak vardı sanki. 




Lichin büyüsü bitmek üzereydi. Archimonde bu esnada yere çömelmiş, seslerin bitmesini bekliyordu. O sırada yazgısı üzerine çöktü ve dağın derinliklerinden dışarıya çıktı. Yakın bir yerden ciyak ciyak bağıran bir ses geliyordu. Belki, dedi bir kişiyi bile kurtarabilirim ve bu benim için kardır. Sese doğru ilerledi. Genç bir adam yerde sırt üstü uzanmış, kulaklarını tıkamış, acı içinde kıvranarak çığlıklar atıyordu. Ne yapabilirdi? Nasıl yardım edebilirdi? Adama yaklaştı. Tarifsiz acılar içinde suratı gerilmesine rağmen güzel ve görkemli bir adamdı. Gözlerini adama dikip bir süre izledi. Ruhunun derinliklerinde çoktan sönmüş olan alev şu an bir ateş fırtınasına dönmüştü. Adamın yanına eğilerek "Şşş" dedi; "Sana yardım edeceğim. Yavaşça zırhını çıkar."


***

Soğuk tahtında oturmuş yerdeki döşemeleri boş boş izliyordu. Bu haliyle bir ölüden farksızdı. Bir zamanlar iblis ordusuna karşı savaşan kahramanlardan biriydi. Daha sonra taraf değiştirip İblis Lordunun hesabına çalıştı. Bu sırada iradesinin ne kadar yerinde olduğu görecelidir. Sonra iblise kazık atarak tekrar kahramanların safına geçti. Bu ihanetin sonucu olarak İblis Lordu onu yüzyıllar süren bir tutsaklığa mahkum etti. Hayatı ve iradesi olmayan ölümsüz bir kapı bekçisi yapmıştı onu. Afetin izleri lichin büyüsüyle geri alındıktan sonra o da esaretten kurtulmuştu. Daha sonra bu terk edilmiş kaleye yerleşti. Burayı onardı ve tepesine sancağını dikti. Arkasından civardaki eşkiya, hırsız, tekmil düzenbaz kim varsa gelip ona biat ettiler. Lider olduğunu kabullendirmek amacıyla pek çok duello yapmış, ve en güçlünün kendisi olduğunu defalarca kanıtlamıştı. Böylece adamları onu sonuna kadar izlediler. Kaleyi büyütüp silahlandırdılar. Burası tüm zamanların en kanunsuz, en belalı yerleşimi haline gelmişti. Buraya acı son anlamına gelen "Bitter End" adını verdi. Civar yerleşimleri yaktı yıktı kan kusturdu. Hazinesini ağzına kadar doldurdu ve birçok köle edindi. Tüm kötü ruhlar ganimet ve güç için gelip ona katılıyorlardı. Lord başta bunlardan keyif alır gibi gözükse de aslında kalbi çoktan buz tutmuştu. Ne güç ne hazine ne de toprak umrunda değildi. 



Umrunda olan tek şeyden yıllar önce vazgeçmişti. Umrunda olan şey büyücünün ayağına gitmek demekti. Bunu asla yapmazdı. "Ölsem daha iyi" diye düşündü. Sonra gülümsedi. "Ben zaten ölüyüm" dedi fısıldayarak. Gülerken suratı gülen bir göt deliğine benziyordu. Kara sancaklarını açıp kralın ordusunu perişan ettiği günü hatırladı. O gün bile bie şey hissetmemişti. Kumandanın kafasını kazığa geçirip ucunda ufak bir uyarı notuyla krala gönderdiğinde bunu sadece sindirme amaçlı yapmıştı. En ufak bir haz almıyordu. Nefret, öfke, kıskançlık, hiçbiri yoktu. O notu gönderdiğinden beri krallıktan bağımsız bir lord olduğunu tüm Genesis'e ilan etmişti. Bağımsız lord... Amaçsız lord... 

Vücudunda hayat olmadığı için artık üreyemiyordu. Bu sebeple gençliğinde yaptığı kaçamaklardan birinin meyvesini aramaya başladı. Bir zamanlar hancının kızı olan güzel Carmen artık hancı olmuştu. Sylvian'ı tanımadı. Tanımasına da olanak yoktu. Derisi solmuş, saçı sakalı bembeyaz olmuş ve birbirine karışmıştı. Koca memeli hancıya bir oğlu olup olmadığını sordu. Kadın eliyle masalardan birini işaret etti. "İşte orada" dedi, "Ne için arıyorsun?" Sylvian dönüp masaya baktı. Genç bir adam iyi kıyım bir herifle oturmuş bira içiyordu. Üstlerinde şehrin muhafızlarının giydiği zırhlardan vardı. Gidip arkalarındaki masaya oturdu. 

Kulaklarının şimdiye dek duyduğu en salak muhabbet dönüyordu. İri kıyım adamın yüzünü görünce onun da abisi Memphis olduğunu fark etti. Göz göze geldiklerinde Memphis Sylvian'ı tanıdı. "Hey Silvio! Silvio'sun sen! Kardeşim! Kardeşimsin sen! Hayattasın! Bak Daniel bu senin baban! Ay pardon Amcan Amcan". "Karıştırdınız bayım, görev başındayken bu kadar içmemelisiniz" dedi Sylvian. Memphis sarsakça yerinden fırlayarak Sylvian'ı kucakladı. Sylvian onu itti. "Karıştırdın dedim ahmak! Bir adım daha yaklaşırsan bu şehri sarhoş bir muhafızdan kurtarırım." Daniel "Hop! Laflarına dikkat et yaşlı bunak! Babamın kılına dokunursan seni m..." Memphis'e dönüp "Ne yapıyorduk Baba?" Memphis salakça gülerek "Mahv" dedi. "Evet kılına dokunursan seni mahvyaparım!" Sonra salak salak güldüler. Bu kadarı Sylvian'a yetmişti. Hiçbir şey demeden dönüp dışarıya çıktı. "Şimdi bunların ikisini de şuracıkta gebertsem krallıktan onu madalyası verirler." Atına atlayıp kalesine geri döndü. 




"Amaçsız lord..." dedi kendi kendine.

"Hayır... benim bir amacım var." 

"Alınacak bir intikamım var."

"Kil'Jaeden!.."

Bir hışımla ayağa fırladı. Odanın penceresinden aşağıdaki muhafızlara haykırdı:
"Atımı hazırlayın!"


***

Archimonde elini adamın göğsüne yerleştirdi. İçinde yanmakta olan cehennem alevleri büyü kelimelerine dönüşerek ağzından döküldü. Genç adamın gözleri yuvalarından fırlayacak gibi oldu. Etleri ve dokuları kağıt gibi buruşarak göğsüne doğru ilerliyor, damarları galonlarca kanla dolup şişiyor, büyücünün elinden içeriye doluyordu. Büyü tamamlandığında genç adam yerde yatan iskeletin başucundaydı. Elini iskeletin göğsünden çekip derin bir nefes aldı. Gözlerini kapattı. Damarlarında gezen sıcacık kanın şırıltısını, kalp atışlarının gümbürtüsünü, soluk alıp verişin çıkartığı sesleri dinledi.

 "Zaten ölecektin, ben seni acılarından kurtardım. Merak etme, kendiminkini alınca seninkini iade edeceğim." 

Lich yapılan büyüyü sezmişti. Tekrar tutsak olmak istemiyordu -hele ki büyüsü geri gelmişken-. Archimonde onu tek başına yenemezdi. O yüzden aklındaki ihanet düşüncesini örtüleyen büyüler ve o büyüleri örtüleyen başka büyüler yaptı. Gücü yavaş da olsa yerine geliyordu. Görünmez bir hizmetkar çağırarak babasına gücünün geri geldiğini, artık birlikte daha güçlü olduklarını bildiren bir mesaj gönderdi. Mesajı alan Lich insanın kanını donduran meşum bir kahkaha attı. Lich onun canlı vücudunu görünce her şey tekrar başa dönecekti. Bir şeyler yapmalıydı. 

Bir şeyler yapmalıydı.



***


Aktaran: Dilsiz Ozan